19 Mart 2019 Salı

SEÇİM GÜVENLİĞİ "Ahmet Kılıçaslan Aytar" - Islak İmzalı Sandıkbaşı, Birleştirme ve SEÇSİS Kayıt Tutanakları "SEÇİME KATILAN" bütün partiler tarafından; Sandık başından itibaren alınmak ve SEÇİMİN NAMUSUNA sahip çıkılmak zorundadır. SEÇİMLERDE HİLE YAPMAK BİR İNSANLIK SUÇUDUR.

SEÇİM GÜVENLİĞİ
[["Islak İmzalı Birim Sandık Başı Tutanaklarından; Bina, Köy-Mahalle, Bölge, İlçe ve İl Birleştirme Tutanaklarına Kadar 'BÜTÜN ISLAK İMZALI ORİJİNAL TUTANAKLARIN" Başta Ana Muhalefet Partisi Sıfatıyla CHP ile Taraf ve İştiraki Olduğu MİLLET İTTİFAKI'nın Bütün Partilerine ve Nihayetinde Şurada veya Burada SEÇİME KATILAN Diğer Siyasi Partilerin; Bu (Sandık Seçim ve Birleştirme) Tutanaklarını (Resmi Görevlileri ve/veya Müşahitleri Vasıtasıyla) Elde Edip, Bir Araya Getirmek Suretiyle: MUTLAK, İSPATLI VE TARTIŞMASIZ Seçim ve Sandık Güvenliğini Sağlamaları Olmazsa Olmaz Görevleri; Varlık Nedenleri ve Namus Borçlarıdır. Bunu Yapmayan Siyasi Partiler, Seçimden Sonra Millet Tarafından Mutlak Bir Nefret ve Lânetle Anılacak; Siyaset Simsarı, Misyon Taciri, Mafya ve Şebekeler Olarak İlân Edilecek ve VATANA/MİLLETE İhanetle, Hırsızlık ve Nitelikli Dolandırıcılıkla Suçlanacaklardır. Biline...]]
SEÇİM GÜVENLİĞİ
Ahmet Kılıçaslan Aytar
II. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD, Özgür Enformasyon Akışı: Özgür ve Dengeli Enformasyon Akışı: Karşı-Akışlar süreclerini geliştirdi.
Bu oluşum üzerinden "Enformasyonel Emperyalizm"i inşa etti.
*
Enformasyon derlenmiş bilgi parçasıdır.
Bugün dünyanın her yerinden insanlar faydaları ve mutlulukları için bilgi teknolojilerine koşuyor.
Bilgi teknolojilerini elinde bulunduran güç önce baskı kuruyor, sömürüyor sonra karşılığını arz ediyor...
Bu uluslararası enformasyonel dünyasının "kiminin sattığı, kiminin ise alıp-baktığı" bir dünya olduğu anlamına geliyor.
Türkiye, "Karşı-Akışlar" döneminde "tek yönlü" enformasyonel akışın sahibidir yani alıyor- bakıyor...
*
ABD; Aydınlanma'dan başlayan ve bireyi pozitif özgürlük üzerinden ulusal, etnik, dini, sınıf vb. kollektif kimliği ve olumsuz özgürlüğü desteklediği için bu sürecin lideridir.
Bu karakteriyle kurduğu tek küresel sisteminin bölgesel pazarlarla çeşitlenmesine ancak yıkılmamasına çaba gösteriyor...
*
Rusya ise "toplumlar karşılaştırılabilir ancak bunların herhangi birinin nesnel olarak diğerlerinden daha iyi olduğu söylenemez" düşüncesinden hareket ediyor.
ABD ve Batı toplumunun, ırkçı ve sömürgeci geçmişine dayanan bir etnosentrik yaklaşımla "evrensellik" iddiasında olduğunu,
Aslında böyle bir tavrın içsel doğasının, ötekine kendi kimliğinin empoze edilmesi ve paranoyak kılma arzusuna dayandığını ve bu hastalığın Batı ırkçılığı olduğuna inanıyor.
Batı'nın bu anlayışının insanlığın ve onun kültürünün ahlaki, manevi ve geleneksel temel değerlerine karşı olduğu için köleliğin en iğrenç formülü olduğunu savunuyor.
Buna göre demokrasi, insan hakları, bireycilik vb. kavramlar evrensel değil Batılı değerlerdir ve diğer kültürlere teşvik edilmemelidir.
Bu yüzden mevcut tek kutuplu statükodan ziyade çok kutupluluğa dayalı uluslararası ilişkileri öneriyor....
*
Bu çerçevede 5 Mart'ta, Fransa Cumhurbaşkanı E. Macron, AB parlamentosu seçimleri öncesinde Avrupa'ya bir açık mektup kaleme aldı.
"Demokrasimizi korumalıyız. Her seçimde oylarımızı etkilemek isteyen güçlere karşı liderlerimizi seçme özgürlüğümüz olmalı" dedi..
Bu hakkı korumak için bir Avrupa ajansı kurmayı teklif etti.
Avrupa ajansı teklifi, devletlere seçimlerine yönelik siber saldırıları ve diğer tehditleri azaltmalarına yardımcı olacak,
Ortak sistem ve uzmanlar sağlamayı öngörüyor...
*
Avrupa'nın bu tür bir kuruma ihtiyacı olduğu açıktır.
2016 ABD başkanlık seçimlerini hedef alan siber saldırıların ve yanlış bilgilendirme kampanyalarının izole edilemediğini gösteren önemli kanıtlar bulunuyor.
Bu fenomenin ABD coğrafyasıyla sınırlı olmadığı da biliniyor.
*
İngiltere Brexit referandumunda Rus karışması,
2017'de Katalonya'nın, İspanya'dan bağımsızlığı ile ilgili resmi olmayan referandumunda ileri sürülen sahte haberler,
Alman devlet kurumlarının 2017 parlamento seçimlerinde Rusya'nın bilgisayar sistemlerini hacklediği iddiası,
Litvanya, Estonya ve Tayvan'daki sosyal medyada yanlış bilgilendirme konusunda endişeler, demokrasiye karşı birer tehdit sayılıyor.
*
Rusya'nın, ABD'den Avrupa'ya uzanan seçimleri etkilediği endişesinin ışığında;
2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Ulusal Cephe'nin ırkçı ve anti-Semitik geçmişinden dolayı Fransız bankalarından borç alamayışı,
Ama Marine Le Pen' in Kremlin ile bağları olan Çek- Rus Bankası'ndan kredi alması, onun V.Putin ile olan ilişkisindeki sır'a bir işaret kabul ediliyor..
Macron'un sunduğu vizyonda bunun büyük etkisi görülüyor...
*
Bir analizle bu olaylarda vakanın oluş şekli ya da failin yönteminin neredeyse aynı olduğu tesbit ediliyor..
Rusya kendini bu yönteme ilk adapte eden ülkeydi.
Bugün Tayvan yetkilileri, vatandaşlarını Çin'in benzer yollardan uyguladığı algı operasyonlarından korumaya çalışıyor.
Suudi Arabistan, İran, Türkiye ve daha bir çok ülke siber yeteneklerini geliştiriyor.
*
Bu konuda AB üyesi devletlerinin her biri bağımsız olarak siber yeteneklerini geliştirme çabası veriyor.
Hepsi güç politikalarının bir aracı olarak;
Siber saldırılar yoluyla siyasal istihbarat çalmak,
Ya da kilit demokratik olaylara yaklaşımda kuşku uyandırmaya yönelik çevrimiçi sızıntı yapmak çabasındadırlar.
Bu yüzden Macron'un bir ajans kurulması teklifine Avrupa düzeyinden olumlu bir yanıt verilmesinin gerekli olduğu düşünülüyor.
*
Çünkü AB kapsamında bir ülkenin riski yok etmek için bir başına teknik ve yasal bir çözüm uygulaması yeterli değildir..
Küresel doğaları gereği Facebook ve Twitter gibi şirketler demokratik süreçlerin saldırı sistemleridir.
AB odaklı müdahalelere çok uygun bir sorun teşkil ediyorlar.
Bu yüzden AB’nin ekonomik ve küresel gücünü temsil eden bir ajansın demokrasiyi koruma şansının daha iyi olacağı düşünülüyor.
*
Ayrıca bu konuda Avrupa ülkelerinin birlikte çalışması da birbirlerinden öğrenme imkanı sağlayacaktır..
Mesela Litvanya ya da Baltık ülkeleri, askeri ve sivil altyapılarına yapılan sahte haber saldırılarına karşı,
Askeri uzmanlar, gazeteciler ve siyasi analizcilerden oluşturulan bir grupla çalışıyor
Denetleyici olan bu grubun görevi potansiyel olarak ülkelerini dengesizleştirecek hikayeleri ortadan kaldırmaktır.
Coğrafi konumları ve bölgesel stratejilerinden ötürü Litvanya ve Estonya gibi devletler, bu tür bir çözümlemeye uzun süre maruz kalmıştır,
Bugün bu ülkeler sadece farkındalık anlamında değil, yıllardır vatandaşlarını bu tehdit konusunda eğittikleri için de,
Avrupa siyasi tartışmalarında hala eksik olan bağlamı sağlamanın hafızası olarak kabul ediliyorlar...
*
Cumhurbaşkanı E.Macron'un işaret ettiği sorunlara Avrupalı ülkeler bireysel olarak kendi yaklaşımlarını geliştiriyor.
Ancak bu çabaları, bilgelik ve uzman liderliğindeki kaynakları bir araya getirebilecek tek bir merkezi kurum altında bir araya getirmenin önemli açıkltır.
Yine de Macron'un vizyonu, kötü tanımlanmış bir tehdide karşı önemli bir siyasi irade birikimi gerektiriyor...
*
Çünkü Avrupa, bu kurumun hafifletmek istediği riskler nedeniyle;
Büyütülmüş ya da azaltılmış, küçük ve büyük mesela Rus troll hesapları, Fransa'da Sarı Yelekliler Hareket gibi bir dizi krizle uğraşmaya çalışıyor.
Avrupa’da diğer birçok meseleye ilişkin anlaşmazlığın ortasında net ve ortak bir rolle bir ajans oluşturmak, güçlü bir gerektiriyor...
*
Bu çerçevede Türkiye, 31 Mart Yerel seçimlerine giderken,
ABD ve Rusya dengesinde "Seçim Güvenliği " konusu büyük bir önem arzediyor.
Üstelik Türkiye enformasyonel dünyanın satanı değil, alıp-bakan tarafındadır.
*
O yüzden Türkiye'nin seçim güvenliği denildiğinde temel olarak;
Eşit oy ilkesini korumak: Seçmenin baskıya maruz kalmasını engellemek: Oy sayımı için gerekli olan önlemleri almak,
Sonuçların YSK'nın kullandığı SEÇSİS adlı programa aktarılmasına kadar olan sürecte gerekli her tertibatı alması gerekiyor.
*
Ne ki, askeri uzmanlar, gazeteciler, siyasi analizciler ve bilgisayar uzmanlarının yakın takinide Ak Saray'da yerleşik SEÇSİS sistemine yüklenen seçim sonuçlarının,
Eş zamanlı olarak siyasi partilerin genel merkezlerinde görüntülenmesi ve Adalet Bakanlığının UYAP sisteminde yayımlanması süreci;
İşbu enformasyonel dünyada "Satan'ın" hükmünün geçtiği bir evredir ki, bu bambaşka bir işlemdir...
*
ABD ve Rusya bilgi alanında aktif önlemler olarak adlandırdıkları şeylerin ustalarıdır.
İki ülke de harekât alanı olarak kara, deniz, uzayı kapsayan Siber Uzayı en üst seviyede kullanıyor.
Böylece bilgi toplumu ve güç unsurlarının her biri üzerinde kesin etkinlik sağlıyorlar.
*
Bu nedenle Türk seçmeninin siber saldırıların hayal dahi edilemeyecek şeylere neden olabileceğinin tasavvurunda olması gerekiyor.
Çünkü aklın gitmediği her noktada insan değil şeytan bulunuyor...
Nitekim Siber uzayda sayısal teknolojinin gücüyle olgunun manzarası dahi değiştiriliyor...
*
Her iki gücün birbirlerinin meşruluğuyla ilgili kuşkular uyandırmayı amaçladığı bir dünyada;
SECSİS sisteminin sahibi Pan-İslamcı, Cihatçı ve Osmanlıcı Erdoğan'ın da mazisever siyasetine meşruiyet için ölümüne çabaladığını görmek gerekiyor. (20.3.2019)

7 Mart 2019 Perşembe

8 Mart Dünya Kadınlar Günü!.. Türkiye'de İşkence, Saldırı ve Zulme Maruz, Çile Çeken, Feryat Eden, "İMDAT" Çığlıkları Atan, Masum ve Müsemma; Alçak, Kâfir ve Zalimlerin Eline Düşmüş Sahipsiz/Devletsiz Küçücük, Minnacık Kelebekler ve Melekler Misali KIZ ÇOCUKLARI!..

8 Mart Dünya Kadınlar Günü!.. 
Türkiye'de İşkence, Saldırı ve Zulme Maruz, Çile Çeken, Feryat Eden, "İMDAT" Çığlıkları Atan, Masum ve Müsemma; Alçak, Kâfir ve Zalimlerin Eline Düşmüş Sahipsiz/Devletsiz Küçücük, Minnacık Kelebekler ve Melekler Misali KIZ ÇOCUKLARI!..
Bu gün: "8 Mart Dünya Kadınlar Günü" 
Tam da bu alçaklığın, rezillik, kalleşlik ve kepazeliğin; Merhametsiz İşkence ve mezalimin üstüne gitme; Masum ve Meleksi, biçare Kız Çocuklarını "Allah Rızası İçin ve İnsanlık Namına" kurtarma, gafil, mel'un, sapık ve zalimleri en ağır surette cezalandırma zamanıdır. HAYDİ, GERÇEK ANNE, BABA VE İNSANLAR İŞ BAŞINA!..
SEBEP SENSİN. 
"SENİN SUSMAN VE ONLARA EVET DEMENDİR"  
SENİN SUSMAN OLANLARA EVET DEMENDİR!.....
"Gazete, Sosyal Medya ve Ajanslardan Alıntıdır 
(07.03.2019-eturkiyeyizbiz@googlegroups.com)"

Bolu'da imam nikahıyla evlendirilen 11 yaşındaki kız çocuğunun sekiz aylık hamile olduğu ortaya çıktı.

Samsun'da otomobil çarptı diye koma halinde hastaneye getirilen 14 yaşındaki kız çocuğunun, imam nikahlı eşi tarafından odunla dövüldüğü, sonra da kaza süsü vermek için motosikletle üzerinden geçildiği anlaşıldı.

Ordu'da 13 yaşındayken para karşılığında evlendirilen kız çocuğu, sürekli dayak yediği 40 yaşındaki herifin evi terketmesi üzerine, kendi ailesi tarafından kabul edilmedi, henüz 17 yaşındayken üç çocuğuyla ortada kaldı.

Gaziantep'te özel hastanede 18 yaşında birinin kimliğiyle doğum yaptırılan kız çocuğunun, aslında 12 yaşında olduğu tespit edildi.

Adana'da 13 yaşındaki kız çocuğuna düğün yapıldı. Sakarya'da kuzeniyle evlendirilen 15 yaşındaki kız çocuğu, evden kaçıp polise sığındı.

Tekirdağ'da bir noterin, 14 yaşındaki kızlarını evlendirmek isteyen ana-babaya muvafakatname verdiği belirlendi.

Tokat'ta evlendirilen 12 yaşındaki kız çocuğunun dört aylık hamile olduğu anlaşıldı.

Ağrı'da 16 yaşında evlendirilen kız çocuğu, işkence yapılmış, tuvalette eli kolu bağlanmış halde bulundu.

İzmir'de 12 yaşında evlendirilen kız çocuğu, sezaryenle doğum yaptı.

Adana'da imam nikahıyla evlendirilen 16 yaşındaki kız çocuğu, trenin önüne atladı.

Korunması Gereken Çocuklar Sempozyumu'nda konuşan Gümüşhane Üniversitesi öğretim üyesi, bizzat yaşadığı hadiseyi anlattı, “yol kenarında bir kız çocuğunu kucağında bebeğiyle ağlarken gördüm, 16 yaşındayken evlendirilmiş, anne olmuş, bebeğinin eli yanmış, ne yapacağını bilmiyor, bebeğiyle birlikte ağlıyordu, aslında orada bir anne ağlamıyordu, iki çocuk ağlıyordu” dedi.

Kayseri'de para karşılığında evlendirildiği herif tarafından sokağa atılan, kamyonet kasasında yaşayan 15 yaşındaki kız çocuğu, av tüfeğiyle canına kıydı.

Konya'da 16 yaşındayken evlendirilen kız çocuğu, inşaatın yedinci katından atladı.

Siirt'te dünyaya geldi, ismi Kader'di, 12 yaşında evlendirildi, 13 yaşında anne oldu, 14 yaşında canına kıydı, adı üstünde kaderi böyleymiş denildi, geçildi.

12 yaşındayken iki bilezik karşılığında 40 yaşındaki evli herife kuma verildiği ortaya çıkan kız çocuğu “yanına yatmaya korkardım, bana oyuncak almayınca ağlardım” dedi.

11 yaşındayken 40 yaşındaki herifle evlendirilen kız çocuğu “çocuk doğuramıyor diye dövüldüğünü, üç dört sene kaynanasının koynunda yattığını” söyledi.

30 yaşında biriyle evlendirilen 13 yaşındaki kız çocuğu, seneler sonra gazete röportajında anlattı: “İlk gece beni tek başıma odaya soktular, korkudan bayıldım, kolonya verdiler, evlendirildiğim kişi odaya geldi, ‘hadi gel seninle evcilik oyunu oynayalım' dedi, bu cümleyi hayatım boyunca unutmayacağım…”

12 yaşındayken okulundan alınıp, başlık parası karşılığında 50 yaşındaki herifin koynuna sokulduğu anlaşılan kız çocuğu “derslerim çok iyiydi, rüyamda sürekli mezun olduğumu, diploma aldığımı görüyorum” dedi.

Henüz 14 yaşındayken 10 bin lira karşılığında, beş çocuk, dokuz torun sahibi 70 yaşındaki herife verilen kız çocuğu, seneler sonra bu konuda araştırma yapan üniversite ekibine anlattı, “annemi asla affetmeyeceğim, hayatımı değiştirme imkanım olsaydı, en önce babamı değiştirirdim” dedi.

Akp hükümeti, işte bu sapıklara af kanunu çıkarmaya çalışmıştı.

Geceyarısı sessiz sedasız meclisten geçirirken muhalefet partilerine yakalanan adalet bakanımız “bunlar tecavüzcü değil, cinsel istismar suçunu zorla işlemiş kişiler değil, tamamen ailelerin ve küçüğün de rızasıyla yapılmış işler” demişti.

Adalet bakanımızın “küçüğün de rızasıyla yapılmış işler” dediği işler, işte bu işlerdi!

Ve bu işler… Sadece ahlaksız babalar, utanmaz dünürler, sapık damatlarla yapılmıyordu. İmamlarla yapılıyordu.

Çünkü, imamlar nikah kıyıyor, imamlar onaylıyordu.
Babalar istedikleri kadar ahlaksız olsun, dünürler istedikleri kadar utanmaz olsun… İmamlar rıza göstermese, bu insanlık suçu işlenemezdi.
İmamlar, nikahını kıy diye kendilerine getirilen kız çocuklarını polise, jandarmaya, savcıya bildirse, bu talihsiz kız çocukları, babaları hatta dedeleri yaşındaki sapıkların yatağına sokulamazdı.
İmamlar, bu işlerin olmazsa olmazıydı.

Sapıklara af kanunu çıkarmayı başaramayan hükümetimiz ne yaptı?
İmamlara resmi nikah kıyma yetkisi verdi.

Ve, İstanbul'da ortaya çıktı… Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne son beş ayda 15 yaşından küçük 115 hamile çocuk getirilmiş, polise bildirilmemiş, basına yansıyana kadar soruşturma bile açılmamış, üstü örtülmüş, sırf bu hastaneye yılda 500'ün üzerinde hamile çocuk getiriliyormuş.

Bu ‘milli utanç' vesilesiyle tekrar soruyorum…
Bu çocuklara imam nikahını kimler kıydı?
Bu çocukların sapık heriflerin koynuna sokulmasına kimler dinimiz adına onay verdi?

Sayın hükümetimiz tarafından resmi nikah kıyma yetkisi verilen imamlar olmasa, Türkiye bu dünya çapındaki ‘hamile çocuklar' utancını yaşar mıydı?

BENCE ÇÖZÜM:
16 yıl bütün ihaleleri yandaşlara verdiniz
16 yıl hep yandaşların borçlarını sildiniz
16 yıl hep yandaşları işe aldınız
16 yıl yapılan her işten komisyon alıp cebinizi doldurdunuz.
Beka sorunumuz yok ama sizlerin ikbal ve istikbal endişesi var.

UYANMAK YETMEZ, UYANDIRMAK DA LAZIM.
DİN İMAN SOSLU YALANLA TALANA DEVAM EDİLİRSE, ORTADA RİYAKAR VE SAHTEKAR DOLANDIRICILAR VE ŞARLATANLARDAN BAŞKASI KALMAZ.
OKUMUŞ VE OKUMAMIŞ CAHİLLERE GÖRE SÖZÜM YOKTUR.
ETKİ AJANLARIYLA DA MUHATAP DEĞİLİM.
SÖZÜM "DÜRÜST, MAKUL, ORTA ZEKALI" VE MÜSTEMLEKE MÜLTEZİMLERİNCE UYGULANAN SOSYO-EKONOMİK POLİTİKALARLA FAKİRLEŞTİRİP AKLINI, HAYSİYET VE ŞEREFİNİ, KİMLİK VE KİŞİLİĞİNİ HALA KAYBETTİREMEDİĞİ KİMSELEREDİR

17 Ocak 2019 Perşembe

Cumhur İttifakı, “devlet projesi” ve egemen sınıfların krizi (BİRGÜN.NET.06 Ocak 2019-Pazar)

Cumhur İttifakı, “devlet projesi” ve egemen sınıfların krizi 
(BİRGÜN.NET.06 Ocak 2019-Pazar)
AKP’nin siyasal anatomisinde yer alan ve daha önceki hükümetler dönemine ait olmayan ideolojik (siyasal İslam) ve siyasal (16 yıl ve Başkanlık sistemi) özgünlükler hiç kuşkusuz iktidar momentini biçimlendirmektedir ancak ‘form’a esas ‘özgünlüğü’ partinin temel sınıfsal karakteri kazandırmaktadır
KANSU YILDIRIM
2019 yılı –emekçi sınıflar kadar– Türkiye’deki egemen sınıflar ve siyasi iktidar açısından da zor bir yıl olacak. Sadece ekonomik krizden kaynaklanan ve bunun siyasal pratiklere (seçmen davranışına) yansımalarına indirgenemeyecek olan yapısal sorunların sayısı artacağı gibi bu sorunlar çeşitlenecek de. Bu durumu belirli bir akış dâhilinde özetlememiz mümkündür.
•••
AKP-MHP ittifakı ya da nam-ı diğer Cumhur İttifakı, 15 Temmuz darbe girişimi ve OHAL döneminden sonra siyasal yaşamın kritik bir döneminde iktidar ortağı oldular. Aslında bu iki parti, 1980 sonrası toplumsal hayatın her hücresine yerleştirilmeye çalışılan Türk-İslam Sentezinin vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıktı demek yanlış olmaz. Siyasal İslam ve milliyetçiliğin güncel sentezi, OHAL gibi kritik bir dönemeçte iktidar bloku içerisindeki ideolojik konsolidasyonu sağladığı kadar, kamu bürokrasisinde de kadro düzeyinde bir yenilenme anlamını taşıdı. Bu noktada şu görüş ileri sürülebilir: AKP ve MHP arasındaki asimetrik birlikteliğe dayanan bu pragmatik ittifak süreci, bir bakıma da iktidar bloku içerisindeki egemen sınıfların varoluş koşullarını korumaya dönük sınıfsal reflekslerinin ürünüdür. Sorulması gereken soru ise bu ittifakın herhangi bir projesinin gerçekten mevcut olup olmadığıdır.
•••
Türkiye’deki devlet biçimine dair analizlerde giderek yaygınlık kazandığı gözlenen bir yanılgı mevcut ve söz konusu yanılgı, AKP iktidarının kendinden menkul bir ‘form’a sahip olduğu tezinden kaynaklanıyor. Gerek devlet yönetiminde gerekse de sermaye fraksiyonlarıyla kurulan ilişkilerde partiye atfedilen aşırı/abartılmış ‘özgünlük’ bu yanılgıyı perçinlemektedir. AKP’nin siyasal anatomisinde yer alan ve daha önceki hükümetler dönemine ait olmayan ideolojik (siyasal İslam) ve siyasal (16 yıl ve Başkanlık sistemi) özgünlükler hiç kuşkusuz iktidar momentini biçimlendirmektedir ancak ‘form’a esas ‘özgünlüğü’ partinin temel sınıfsal karakteri kazandırmaktadır.
AKP iktidarı, 12 Eylül Darbesinden sonra yerleştirilmeye çalışılan ve ideolojik kertede Türk-İslam Sentezinin, siyasal kertede başkanlık projesinin, ekonomik kertede finansallaşmaya dayalı birikim rejimi modelinin başlıca taşıyıcısı ve yürütücüsüdür. ‘Özgünlük’ olarak görülen öğelerin tümü aslında neoliberal dönemin ilk yıllarında mayalanmıştır ve bugün artık bu maya tutmuştur. Bu öğeleri sıralayacak olursak:

a) Siyasal İslam’ın son birkaç yılda ‘siyasal din’ formunu alması, buna bağlı olarak gündelik yaşamdaki maddi ilişkileri tanzim etmesi ve Cumhur İttifakı eşliğinde milliyetçi eksene de yerleşerek Türk-İslam Sentezinin hâkim şekline dönüşmesi…

b) 12 Eylül’den sonra başta cunta, ANAP/Turgut Özal ve TÜSİAD çevrelerinin üzerinde çalıştığı, yürütmede aşırı merkezileşmenin ve yoğunlaşmanın planlandığı başkanlık monokrasisi projesinin bugün atipik bir modelle de olsa uygulanmaya konulması…

c) 1980’lerin sonunda başlayan finansal serbestleşmenin AKP döneminde derinleşmesi; 2001 yılında TCMB yasasının değiştirilmesi ve Bankanın ‘bağımsızlaşması’ ve ‘fiyat istikrarını sağlamak’ (enflasyonla mücadele) amacının yerleştirilmesi; bu doğrultuda AKP’nin 2005 yılında IMF programını yenilemesi…1
•••
Gerek Anayasa yapım süreçlerinde ve Anayasa referandumlarında, gerekse de kamu mimarisinin başkanlığa entegrasyonunda AKP’nin keyfi hareket etmediğini tersine aslında belirli bir sermaye projesini kademeli biçimde uygulamakta olduğunu görmemek, bugün artık olanaklı değildir. Erkler (Yasama-yürütme-yargı) arasındaki bütünleşmenin 2010 Referandumu ile hızlandırılması, devletin zor ve güvenlik aygıtlarının birbiri ardına hazırlanan paketlerle ‘iç güvenlik’ konseptine göre dizayn edilmesi, parlamenter sistem çalışmaktayken yasama sürecinde tek sesliliği arttıran torba yasa tekniği ve kararnameler aracılığıyla, OHAL dönemi Kararnameleri (bürokratik tasfiyeler) ve TMSF aracılığıyla piyasaya müdahale mekanizmalarının arttırılmasını aynı anda yürütebilen bir strateji izlenmiştir.

Söz konusu stratejiler, Bob Jessop’ın belirttiği şekliyle söylersek, ‘devlet projesi’ etrafında somutluk kazanmaktadır. Devlet aygıtı, sürekli oluşum halinde olan, çatışmalı, melez bir yapıdır ve formel eş biçimliliğin sağlanabildiği durumlarda bile kurumsal bütünlüğe haiz bir içsel somut birliğe sahip değildir.2 Farklı sınıf fraksiyonlarının ve bunların siyasi temsilcilerinin birden çok sayıda çıkarı ve talebi bulunmakta, kimi zaman söz konusu sınıfların projeleri arasında rekabet yaşanmaktadır. Bu doğrultuda, aslında her sınıfın özgül bir ‘devlet projesi’ olduğu, hâkim olan projenin baskın hale geldiği ve devlet iktidarı aracılığıyla somutluk kazandığı söylenebilir. Jessop’a göre, devlet projeleri, verili bir devletin dışında toplumsal güçlerle ittifak yapan aydınlar aracılığıyla oluşturulabilir, devlet aygıtları içerisinde detaylandırılabilir, başka bir projeden kopyalanabilir. Sürekli ve dayanıklı projeler ise anayasal anlaşma veya kurumsal uzlaşmaya gömülü olanlardır.

Devlet projesi kavramı, temsilden ziyade özgün bir yönetimsel rasyonaliteye işaret eden, devletin farklı alanlardaki ve farklı ölçeklerdeki çeşitli eylemlerini tek bir vektörel doğrultuda birleştirmeye çalışan bir tür siyaset etme mahareti [statecraft] ile ilişkilidir. Jessop’ın bu perspektifini takip edersek, AKP farklı tarihsel dönemlerde birbirinden hayli farklı toplumsal öznelerle işbirliği yaparak ve gerektiğinde onları tasfiye ederek, yeri geldiğinde ilgili dönemi Anayasa hazırlıkları ve referandumlarla bağıtlayarak hâkim projeyi görece istikrarlı “sürekli ve dayanıklı” hale getirmiştir. Anayasa metinleri de hâkim devlet projesinin normatif ifadesidir.

AKP ve MHP arasındaki asimetrik birliktelik, darbe girişimi sonrasında “milletin ve devletin bekası” odaklı bir formülasyona dayanmasına karşılık, esasen AKP’nin yürütücü pozisyonda olduğu ‘devlet projesi’nin siyasal ayağını oluşturmaktadır. Siyasal ayak, 16 Nisan Referandumundan sonra başkanlık sistemi ile nihai formuna kavuşmuş, devlet idaresi ve aygıtları buna göre yeniden düzenlenmiş, burjuva sınıf fraksiyonları (TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, sanayi-ticaret odaları) başkanlık projesi etrafında konsensüse varmışlardır.
•••
Türkiye egemen sınıfları açısından yeni sistem, doğrudan iş adamı ve iş kadınlarından oluşan bir kabineyle her ne kadar sermaye birikimi önündeki bürokratik sürtünmeyi azaltsa ve grev yasaklarında olduğu üzere sınıf zorunu örgütleme kolaylığı sağlasa da, üç temel gösterge burjuva sınıf konsensüsün kırılganlığının, daha doğru bir ifadeyle sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimin artacağına işaret etmektedir:

Birinci gösterge inşaat odaklı büyüme modelinin içerisinde bulunduğu krizdir. Uzun zamandır inşaat sektörü temsilcilerinden yükselen çağrılar, konut balonunun patladığı yönündedir. Türkiye İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği’nin “Aralık 2018 Sektör Raporu”na göre iç pazarda daralma yaşanırken ihracat ivme kazanıyor; inşaat faaliyetlerini sınırlayan finansman sıkıntıları sürüyor; inşaat sektörü birkaç yönden mali sıkışıklık yaşıyor; talepteki ve satışlardaki gerileme ile birlikte nakit akışlarında önemli bir daralma yaşanıyor. Üstelik ekonomideki büyümeye karşın inşaat sektörü üçüncü çeyrekte yüzde 5.3 küçülmüş durumda ve ayrışmanın dördüncü çeyrekte de süreceği tahmin ediliyor. Rapora göre yeni banka kredilerini kullanma olanağının da hemen hemen kalmadığı görülüyor; artan inşaat maliyetleri nedeniyle işletme sermayesi ihtiyacı yükseliyor; mevcut banka kredi borçlarının geri ödenmesinde artan döviz kurları ve faizler nedeniyle sıkışıklıklar yaşanıyor. Sektör, inşaat sektörünün “2019 yılına biriken yapısal sorunları ile girdiğini”, “inşaat ve konut sektörlerinde talep ve finansman tarafında süreli ve geçici destekler yerine, kalıcı bir dengenin kurulması için yeni politikalara” ihtiyaç olduğunu belirtmiştir.

İkinci gösterge konkordato ilanlarıdır. Konkordato ilanında en önemli etken olarak TL’nin 2018 yılında dolar karşısında yüzde 30’a yakın değer kaybetmesi gösterilmektedir. Ticaret Bakanı konkordato ilan eden şirket sayısını Aralık 2018 itibariyle 979, TBMM Adalet Komisyonu Başkanvekili Yılmaz Tunç ise geçen yılın son 8 ayında konkordato ilan eden şirket sayısını 1.401 olarak duyurdu. 2003 yılında yürürlüğe giren iflas erteleme, OHAL ile askıya alınmış ve 15 Mart 2018’te yürürlüğe giren bir torba yasa ile tamamen kaldırılmıştı. Atilla Yeşilada gibi ekonomi yazarlarına göre bu süreç “ölüm döngüsü”nün ardışık iki fazını oluşturmaktadır. Ana firma borçlarını ödemeyince, ona mal satan onlarca küçük tedarikçi darboğaza girmekte, bankaların geri dönmeyen kredileriyse döngünün ikinci fazını oluşturmaktadır. “Yeniden yapılandırma borçluları öyle cesaretlendirmiş ki, 3.2018 sonunda ödenen/tahakkuk eden kredi faizi oranı yüzde 70’in altına düşmüş. Yani bankaya nakit girmiyor. Nakit girmeyince banka da kredi veremiyor. Tarihi bir kredi daralması yaşıyoruz.” (Bazı şirketler: Karaca Giyim, Ulusoy, Pamukkale, Hotiç, Keskinoğlu Tavukçuluk, Aynes, Angora Halı, Emay İnşaat, DSG inşaat, Remoil, Makro Market, Dizayn Boru, Aker İnşaat, BETA Ayakkabı, vd.)

Üçüncü gösterge ise istihdam yaratan ve yatırım yapan sermayenin ülkeden çıkışının hızlanmasıdır. TEPAV’ın Aralık 2018’de yayımladığı “Türkiye’ye Gelen ve Türkiye’den Giden Doğrudan Yatırımlardaki Gelişmeler”3 araştırmasına göre ODI: Yurt dışına giden, FDI: Yurt içine gelen doğrudan yatırımlar demektir. ODI/FDI oranındaki yükseliş̧, yerleşiklerin yurt dışına yönelişinin, yabancıların yurt içine yönelişinden daha hızlı arttığını göstermektedir. ODI/FDI oranı alt dönemler itibarıyla incelendiğinde, 2002-2007 dönemindeki azalan trendin, 2008-2018 döneminde yön değiştirerek artışa geçtiği dikkat çekmektedir (Şekil 1). Söz konusu oranın bu dönemlerdeki ortalamasına bakıldığında 2002-2007 döneminde gerçekleşen yüzde 15,7’lik seviyenin, 2008-2018 döneminde yüzde 25,9’a, 2012-2018 döneminde ise yüzde 31,8’e yükseldiği görülmektedir. TEPAV’ın araştırmasına göre “son yıllarda ODI/FDI oranında gerçeklesen bu yükseliş̧, bir yandan Türkiye’nin doğrudan yatırımlar için cazibesini kaybetmeye başladığını gösterirken, bir yandan da yurt içindeki yerleşiklerin yurt dışındaki fırsatları daha yakından takip etmeye başladığına işaret etmektedir.”

New York Times’ta haberleştirilen, “Global Wealth Migration Review” araştırmasına dayanan bulgulara göre 2016 ile 2017 yılları arasında, Türkiye’nin varlıklı diliminin yüzde 12’sine denk gelen, en az 12 bin dolar milyoneri, servetlerini yurt dışına aktardı. Konkordato ilan eden şirketler ve servetlerini yabancı ülkelere transfer edenler sermaye içerisinde de bir gerilimin parçası olmaya başlamışlardır. Örneğin NG Holding Kurucu Başkanı Nafi Güral, konkordato ilan eden şirketlerin 10’da 9’unu samimi bulmadığını, Londra’daki arsasını satsa borçlarını ödeyebilecek durumda olanların dahi konkordato ilan ettiğini, yurtdışına sermaye kaçıranların “vatana ihanet eden kesim” olduğunu dile getirmişti.4
•••
Karl Marx, siyasal örgütlenme biçiminin ekonomik örgütlenme biçimine karşılık geldiğini belirtmişti. Başkanlık sisteminin yani devlet projesinin siyasal ve yönetimsel etabı tamamlanmasına karşılık, sistemin üzerinde yükseleceği ekonomik kolonlar kriz koşulları ile birlikte artık istikrarlı bir yapıda değildir. Jessop’a dönersek, devlet projesi belirli politika alanlarındaki kararları ve bu kararlar arasındaki siyasal uyumu biçimlendiren kamu politikası oluşturma paradigmalarına eklemlenir. Bugün potansiyel bir siyasal krizi, kitle bağları, sosyal yardım rejimi, hamaset ve propaganda ile geçici olarak aşma olanağı varsa da aynı olanak ekonomik krizi aşmak için geçerli ve yeterli değildir; böyle bir kamu politikası bulunmamaktadır. İnşaat odaklı büyümenin tıkanışı, şirket iflaslarının artışı ve sermaye çıkışının hızlanması göstermektedir ki, yangın alarmı çalmakta ancak kovada su bulunmamaktadır.

AKP’nin ve asimetrik ortağı MHP’nin önündeki en büyük sorunsal, iktidar bloku içerisindeki sınıf fraksiyonlarının gerilimlerini bastırabilmek ve krizi atlatabilmek üzere yeni bir birikim rejimine kapı aralayabilme zorunluluğudur. Daha önceki bir yazımızda5 belirttiğimiz üzere yeni birikim rejiminin asal öğelerinden birisi askeri-sınai kompleks temelli bir sanayileşme programı tercihi olsa dahi, iktidarın mevcut gidişatına bakarak eldeki kadrolarla bu programı gerçekleştirebilme olasılığı hayli düşük görünmektedir. Kriz de egemen sınıfları bu yönüyle, yine bir sermaye birikim rejimi yetmezliği üzerinden vuracaktır.

1 Korkut Boratav, “Ekonomik kriz forumu: Çarkın dönmesi imkansız, yolun sonu IMF”, BirGün, 05.08.2018
2 Bob Jessop, Devlet: Dün Bugün Gelecek, çev. Atilla Güney, Epos Yayınları, Ankara, 2018.
3 TEPAV, Aralık 2018, www.tepav.org.tr/upload/mce/haberler/2018/odi_fdi/turkiyeye_gelen_ve_turkiyeden_giden_dogrudan_yatirimlardaki_gelismeler__aralik_2018.pdf
4 “Londra’daki arsasını satsa borcunu öder”, Sabah, 1.1.2019.
5 Kansu Yıldırım-Ebubekir Aykut, “Devlet, birikim rejiminin sancıları ve askeri-sınai kompleks”, BirGün, 12.08.2018

8 Ocak 2019 Salı

Ata’nın ölümcül hastalığı ve Yılardır Israrla Sürdürülen İğrenç Bir Yalan, Korkunç Bir İftira Furyası ve Düşanca Kampanya!.. "Atatürk Alkolden Değil Sıtmadan Öldü" Op.Dr. Aytekin ERTUĞRUL 7 Ocak 2019 Pazartesi, Ankara

Ata’nın ölümcül hastalığı ve yılardır ısrarla sürdürülen iğrenç bir yalan, karalama kampanyası ve korkunç bir iftira!
"Mustafa Kemal ATATÜRK Alkolden Ölmedi, Sıtmadan Öldü."
Op.Dr. Aytekin ERTUĞRUL
Ankara: 7 Ocak 2019 Pazartesi
Türk milleti artık Atatürk’ün sıtmadan öldüğünü öğrenmiş ve kabul etmiştir. Bunun aksini savunmak boş bir gayrettir. Atatürk sıtmadan öldüğü halde, “alkolik sirozdan öldü” diye tarihe gerçekdışı not düşen dahili ve harici bedhahlardan, bu yanlışı okul kitaplarından çıkarmayanlardan Türk milletinin hesap sormakla mükellef bulunduğu asla unutulmamalıdır.
KONU HAKKINDA İLK YAZIMIZ, KAYNAKLAR VE BELGELER
‘Atatürk Alkolden Değil Sıtmadan Ölmüştür’ başlıklı Türkiye’de konu hakkındaki ilk yazımız ‘Birlik (*)’ dergisinin Ocak 1999 tarihli 119. sayısında yayımlanmıştır. Aradan tam 20 yıl geçmesine rağmen tersini savunan bir yazı bile yazılamamıştır. Konu Türk milletine mal olmuştur.
Atatürk’ün ölümcül hastalığı hâlâ daha ne yazık ki bazı küçük kesimlerde tartışılmaktadır. Bir şeyin tartışılması demek o şeyin kesin doğruluğuna ulaşılamamış veya açıklığa kavuşmamış olması demektir.
Ancak Atatürk’ün ölümcül hastalığı için bu genel kural doğru değildir. Bu konu kesinlik kazanmıştır. Yani Atatürk’ümüzün sıtmadan öldüğü kesindir. Ancak konu tartışılmakta ve yapılan yanlışta ısrar edilerek yaratılmış olan karmaşa devam ettirilmektedir. Bu yanlışın devamında ısrarlı olanlara rağmen artık Türk milleti Atatürk’ün alkolik sirozdan değil de sıtmadan öldüğüne dair belge, delil ve yayınlara kavuşmuştur.
Özetlersek: “Kaynakça 2’de belirtilen Agoni kitabı yayımlanmıştır. Aynı yazar “Atatürk Nasıl Öldürüldü” adı altında bir araştırma daha yayınlamıştır.
Hava Kuvvetleri Dergisinin Haziran 2004 sayısında,
Cumhuriyet gazetesinin 10 Kasım 2003 sayısında ve Milliyet Gazetesinin 13 Kasım 2002 sayısında bu konuyu açıklayan makale ve görüşlerimiz yer almıştır.
Türk milleti artık Atatürk’ün sıtmadan öldüğü gerçeğini öğrenmiş ve kabul etmiştir. Bunun aksini savunmak boş bir gayrettir.
Delillerimizi sıralayalım
Daha önemlisi Atatürk sıtma sirozu olmasına karşın alkolik siroz diye yanlış teşhis konulduğundan tedavisi de eksik ve yanlış yapılmıştır. Basit bir splenektomi (dalağın çıkarılması) uygulanmamıştır. Karındaki sıvıyı boşaltmak amacıyla günümüzde hiç geçerliği olmayan salyrgan (civalı diüretik) kullanılması insani ürküten bir uygulamadır. Artık uygulamadan kalkmıştır.
Atatürk o sırada İsviçre’de buluna manevi kızı Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: “Vaziyetim şudur, Yanlış görüş ve hükümler sebebiyle hastalığım durmamış ilerlemiştir.” Önce Atatürk’ün sıtmadan öldüğüne dair delillerimizi tekrar sıralayalım. Bu konuda en yetkili ve güvenilir kaynak Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu’nun kitabıdır. (1)
Adı geçen kitaba göre Atatürk iki defa sıtma geçirmiştir. Samsun’a çıktığı zaman da sıtma nedeni ile İntaniye Uzmanı Tbp. Bnb. Refik Saydam tarafından tedavi edilmekte idi. 3 Ağustos 1938 tarihinde Atatürk’e aşağıdaki doktorların katılımı ile büyük ve önemli bir muayene ve konsültasyon yapılmıştır. Konsültasyon Heyeti: Dr. Bergaman, Dr. Epinger, Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Nihat Reşat, Dr. M. Kemal Öke, Dr. Mehmet Kamil, Dr. Süreyya Hidayet, Dr. Abramaya ve Dr. Akil Muhtar. Yapılan konsültasyon özeti aşağıdadır.
“Atatürk’te asit yapmış siroz hali bulunduğu bunun nedeninin evvelce iki defa geçirdiği sıtmanın etkisinin ve payının bulunmadığının söylenemeyeceği,
Hastanın ateşinin yüksekliğinin aynı hastalığın varlığı ile izah edilebileceği, Karaciğerin kosta (göğüs kafesinin alt kenarı) kenarlarını geçtiği dalağının büyük olduğu tespit edilerek aşağıdaki tedavi önerilmiş ve uygulanmıştır.”
Karındaki, asit salyrgan şırıngaları ile giderilmeye çalışılacaktır.
2-3 defadan sonra karından ponksiyon yapılacaktır.
3- Ateş için piramidon verilecektir.
4- Kinin tedavisi yapılabilecektir
5- Hafif müsekkin ilaçlar verilecektir.
6- B vitamini verilecektir.
Bu tespitler Atatürk’ümüzde mevcut olan sirozun daha evvel geçirdiği sıtma ile ilgili olduğu hususunda bir tereddüt bulunmadığını göstermektedir. Bu nedenle de kinin tedavisi uygulanmıştır. Atatürk için 1937-38 yılları içinde İstanbul eczanesinden 42 kutu kinin alındığı belgelenmiştir. (2)
3 Ağustos 1938’de sıtma sirozu olan bir insanın 3 ay bir hafta sonra alkolik siroz olması mümkün değildir. Ayrıca dalağın büyük oluşu da kesinlikle alkolik siroza uygunluk göstermediği gibi alkolik sirozun olmadığının bir delilidir.
Bilim kabul etmemektedir
Prof. Dr. Sait Kapıcıoğlu Güncel Gastroenteroloji dergisinin 1997 Ekim sayısında aynen şunları yazmaktadır: “Türk halkı Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk’ün alkole bağlı siroz hastalığından öldüğünü bilir. Çünkü sirozun alkolden olduğuna inanır. Oysa bunun doğru olmadığı bu günkü bilgilerimize göre ortaya çıkmıştır...”
Bilim, Atatürk’ün ölümcül hastalığının alkolik siroz olabileceğini kabul etmemektedir.
GATA’da uzun yıllar Halk Sağlığı Kürsüsü Başkanlığı yapmış olan Prof. Dr. Necip Berksan aynen şöyle demektedir: “Atatürk Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmemiştir. İçki içtiği zaman bile hareketleri ve konuşma düzeni hiç bozulmamış, fikir ve düşüncelerini gayet sağlıklı bir biçimde ortaya koymuştur. Bu gözlemler bırakınız Atatürk’ün siroz olacak kadar içmesini, sarhoş olacak kadar bile içki içmediğini gösterir...” (4)
Dr. Eren Akçiçek, Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü adlı kitabında (3) Atatürk’ün sağlık takvimini yayımlamıştır. Bu takvime göre konumuzu ilgilendiren saptamalar şöyledir.
• 1896 Manastır Askeri idadisine(ortaokuluna girişi ve sıtmaya yakalanması)
• 20-22 Eylül 1915 sıtmadan yatması
• 28 Ağustos 1918 Nablus’ta sıtmanın nüksetmesi.
• 20 Eylül 1919 Atatürk’ün Sivas’ta sıtmasının nüksetmesi.
Okul kitaplarından çıkarılmalı
Görülüyor ki Atatürk’ün birden fazla sıtma geçirdiği konusunda da bir tartışma yoktur. 3 Ağustos 1938 günü bu hususu teyit ederek tedavi uygulanan Atatürk’ümüze 10 Kasım günü alkolik siroz demek ne bilimsel bir karardır ne de insafla, akılla, mantıkla bağdaşır bir karardır. Atatürk’ün ölüm raporunu imzalayan yabancı ve Türk doktorlarının 3 Ağustos konsültasyonunu yapanlar aynı kişilerdir. (1) Bir istisna ise Dr. Asım Arar’dır. 10 Kasım ölüm raporunda imzası vardır. 3 Ağustos’taki raporda imzası yoktur.
Atatürk, Türk ve Dünya tarihinde önemli bir devir açmıştır. Bu nedenle bu büyük insanın karşıtları ülkeler, devletler ve dahildeki işbirlikçilerinin Atatürk’ün ölümünün sıtmadan ileri gelmesine karşın alkole bağlanmasıyla manevi kişiliğinin zedelenmesini amaçladıklarını söylemek, akıldışı bir sav değildir. Tam aksine aklın ve bilimsel düşüncenin bir sonucudur. Artık bu yanlışı okul kitaplarından da acilen çıkarmak Türk Hükümeti ve TBMM için kaçınılması mümkün olmayan bir görevdir.
Atatürk sıtmadan öldüğü halde alkolik sirozdan öldü diye tarihe gerçek dışı not düşen dahili ve harici bedhahlardan, bu yanlışı okul kitaplarından çıkarmayanlardan Türk milletinin hesap sormakla mükellef bulunduğu asla unutulmamalıdır.
KAYNAKÇA
1- Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu: Atatürk’ün Sağlık Hayatı. Hür Yayınları 1981- İstanbul (Milli Kütüphane 1981-AD-1175) S. 26 ve 42
2- Ogün Deli: Agoni: Lazer Ofset Yayınları. Ankara 2004
3- Dr. Eren Akçiçek: Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü. İzmir Güven Kitapevi 2005
4-Kuva-yi Milliyede Yeni Ufuklar. Kasım -Aralık 1998- 277. Sayı
(*) Birlik Dergisi: TESUD Genel Merkezi yayın organı
Op. Dr. Aytekin Ertuğrul